Londra Konferansı’nın barış önerilerinin TBMM Hükümeti’nce
reddedilmesi üzerine, İtilaf Devletleri’nin isteklerini zorla Türklere kabul
ettirmekle görevlendirilen Yunanlılar, Bursa üzerinden Eskişehir’e, Uşak
üzerinden Afyon’a doğru 23 Mart 1921'de saldırıya geçtiler.
Yunanlılar,
Bilecik’i, İnönü’de Metris Tepe’yi ve Uşak’ı ele geçirmeleri üzerine, TBMM
Muhafız Taburu cepheye gönderildi. Böylece güçlenen Türk kuvvetleri karşı
saldırıya geçerek Yunan saldırısını püskürttü. Batı Cephesi Komutanı İsmet
Bey’in savaş süresince verdiği “mevzilerin kesin olarak savunulması” emri
başarının elde edilmesinde etken oldu.1 Nisan 1921’de Yunan ordusu Bursa’ya
çekilmeye başladı. Böylece Yunanlılar İnönü’de ikinci kez yenildiler.
Sonuç:
TBMM Hükümeti varlığını bütün Avrupa devletlerine, resmen olmasa
da kabul ettirdi; içte ve dışta nüfuz ve saygınlığı yükseldi.
2. İnönü Savaşı
- Avrupa ülkelerinde, İngiliz ve Yunan politikasına karşı
güvensizlik ve muhalefet başladı.
- Ordu mensuplarında, her bakımdan kendilerine güven
arttı.
- Bu durum karşısında, Fransızlar Zonguldak’tan, İtalyanlar Güney
Anadolu’dan çekilmek zorunda kaldılar.
- Türk ordusunun kazandığı zaferler, İtilaf Devletleri’ni Türkler
hakkında yararlı kararlar almaya zorladı.
- II.İkinci İnönü Muharebesi’nin kazanılmasından, Sovyet Rusya ve
Afganistan gibi dost devletlerde büyük bir memnunluk duyulmuş ve bu resmen Türk
hükümeti’ne bildirilmiştir.
“Bu edepsizlik sizin aklınızın
kusurudur”
Fatih Sultan Mehmed ikinci defa tahta geçtikten
sonra 1451’de Karaman seferine çıktı.
Osmanlı ordusunu karşısında gören Karamanoğlu
aman dileyince Fatih, Osmanlı topraklarına geri döndü.
Genç sultan Bursa’da iken yeniçeriler
sefer bahşişi isteriz diye kazan kaldırdılar. Yolun iki tarafında
silahlı saf tutan yeniçeriler, Fatih’e “Padişahımızın ilk seferidir,
kullara ihsan gerek” dediler. Askerin bu davranışından oldukça rahatsız
olup incinen Fatih, 10 kise akçeyi askere dağıtıp ortalığı
sakinleştirdi.
Ardından Yeniçeri Ağası Kurtçu Doğan’ı
falakaya yatırtıp, görevinden azletti. Yerine Mustafa
Bey’i yeniçeri ağası yaptı. Yeniçeri subayları da
Fatih’in öfkesinden nasiplerini aldı.
Yayabaşlarını çağırıp, “Bu edepsizlik
sizin aklınızın kusurudur” diyerek onlara yüzer sopa vurdurdu ve
görevlerinden azletti. Yeniçerileri kontrol altında tutmak için kendisine bağlı
birkaç bin doğancı ve sekbanı aralarına kattı.
Fatih’in askerin isyanına verdiği bu tepki ve yeni düzenlemeler yüzünden
yeniçeriler onun saltanatı boyunca birçok zorlukla
karşılaşmalarına rağmen bir daha seslerini çıkaramadılar.
“İstanbul’daki şehzâdenin yanına
gideriz”
II. Murad, 1444’de
Varna Savaşı’nı kazandıktan sonra tahta tekrar çıkmayarak
Manisa’ya çekilmişti. Ancak Veziriazam Çandarlı Halil
Paşa, II. Mehmed’i destekleyen
Şehabeddin, Saruca ve Zağanos
paşalarla anlaşamıyordu ve II. Murad’ın tekrar tahta çıkmasını
istiyordu.
II. Mehmed’in ilk hükümdarlığı sırasında,
yeniçeriler Şehabeddin Paşa’nın vaktiyle Macaristan
seferi sırasında tedbirsizliği yüzünden arkadaşlarını kırdırdığını
bahane ederek ayaklandılar.
İsyanda paranın değerinin düşürülmesinin de etkisi
vardı.
Yeniçeriler, Şehabeddin Paşa’yı öldürmek için evini bastılar,
ancak paşayı ele geçiremediler. Paşanın evini yağmaladıktan sonra
Edirne’nin doğusunda bir tepeye çekildiler. Yıldırım
Bayezid’in oğlu olduğu iddia edilen ve İstanbul’da
bulunan şehzadenin yanına gidecekleri tehdidini savurdular.
İsyan, yeniçerilerin maaşlarına yarım (buçuk) akçe zam
yapılarak yatıştırılabildi.
Ayaklanmanın asıl sebebi ise Çandarlı Halil Paşa’nın, II.
Murad’ı tekrar tahta geçirmek istemesiydi. Nitekim isyan karşısında genç
hükümdarın zor duruma düşmesi üzerine, II. Murad Manisa’dan Edirne’ye davet
edildi ve gelişi genç padişaha bildirilmedi. II. Mehmed bir av partisine
çıkarılarak oyalandı. II. Murad, Edirne’ye geldikten sonra yeniçerilerin onayını
alıp, tahta çıktı. Oğlunu da Manisa’ya vali olarak gönderdi.
1446’daki Buçuktepe Vak’ası
yeniçerilerin daha sonraki tarihlerde sıkça rol oynadıkları hükümdar
değişiklikleri sebebiyle iktidara müdahale ile ortak olma sürecinin ilk
adımıdır.
“Aç kurt koyuna nasıl koyulursa İstanbul’a öyle
koyuldular”.
İstanbul’da ilk askerî isyan,
bu şehrin fatihi II. Mehmed vefat ettiğinde yaşandı. İstanbul
gibi stratejik bir şehri 1453’de fethederek
Osmanlı ve dünya tarihinin gidişatını
değiştiren Fatih Sultan Mehmed, nikris hastalığından
muzdarip olduğu için son zamanlarında adım atmakta bile zorluk
çekmekteydi. Hastalığına rağmen ordunun başında, büyük ihtimalle
Mısır’a sefer düzenlemek üzere 27 Nisan
1481’de İstanbul’dan ayrıldı. Halka ve askere hâlâ güçlü bir
hükümdar olduğunu göstermek için, dayanılmaz acılara katlanmak
pahasına, şehirden at üstünde çıktı.
Sultan II. Mehmed, Üsküdar’a geçtiğinde
hastalığı artık yerinden kalkmasına bile müsaade etmeyecek derecede arttı.
Hekimler tüm imkânlarını kullanarak Fatih’i iyileştirmeye
çalışırken, askerler de birkaç gün Üsküdar’da beklemek zorunda kaldılar.
Hazırlanan ilaçlar padişahın ağrılarını biraz hafifletir hafifletmez askere
tekrar hareket emri verildi. Ama Gebze yakınlarındaki
Hünkâr Çayırı’na gelindiğinde Fatih bir kez daha komaya girdi
ve tabiplerin gayretlerine rağmen kısa bir süre sonra, 3 Mayıs
1481’de, ikindi vakti vefat etti.
Fatih Sultan Mehmed’in öldüğü, hemen üst düzey yöneticiler
tarafından öğrenildi. Artık bundan sonra yaşanacaklar devlet adamlarının idare
yeteneğine bağlı olarak gelişecekti. Fatih’in hayatta iki oğlu vardı; 33
yaşındaki büyük oğlu Bayezid Amasya’da, 22 yaşındaki küçük oğlu
Cem ise Konya’da vali idi. Veziriazam
Karamanî Mehmed Paşa, derhal iki şehzâdeye de ulaklar göndererek
babalarının vefat ettiğini ve acele İstanbul’a gelmeleri gerektiğini haber
verdi.
İstanbul’a erken gelen şehzâde tahta çıkacaktı.
İki şehzâdeden biri tahta geçene kadar ölüm hadisesi etraftakilerden, özellikle
de askerlerden gizli tutulmalıydı. Sultanın hamama gitmesi gerektiği bahanesiyle
Fatih’in naaşı vakit kaybettirilmeden İstanbul’a geçirildi ve
Topkapı Sarayı’na konuldu. Askerlerin, padişahın ölüm haberini
öğrenip, İstanbul’da bir anarşiye yol açmamaları gayesiyle de şehre girmeleri
yasaklandı. Şehri korumak üzere bırakılan askerlerin bir kısmı ve
acemioğlanları, Fil Çayırı Nehri Köprüsü’nün tamiri ve gerekli
hendeklerin kazdırılması bahanesiyle buradan uzaklaştırıldı. Ayrıca şehrin
kapıları kapatılırken, Üsküdar ile İstanbul arasındaki deniz ulaşım araçları da
Eminönü tarafına getirtildi.
Askerler, birkaç gün sonra II. Mehmed’in öldüğünü her nasılsa
öğrendiler ve ellerine geçirdikleri balıkçı tekneleriyle İstanbul’a akın
ettiler. Özellikle kapıkulu askerleri İstanbul’da, devrin
kaynaklarında “fetret günleri”, “yeniçeri başın keser” gibi
sözlerle ifade edilen ve Tarihçi Neşrî’nin benzetmesiyle
“aç kurt koyuna nasıl koyulursa İstanbul’a öyle koyularak”
büyük bir yağma başlattılar.
Şehzâde Bayezid taraftarları askerin isyanını
destekliyorlardı. Şehzâde Bayezid’in tahta çıkmasında en büyük engel olan Cem
Sultan taraftarı Veziriazam Karamanî Mehmed Paşa konağında saklanmak zorunda
kaldı. Ancak fazla bir süre geçmemişti ki, sokaklarda “Bayezid çok
yaşasın” diyerek dolaşan askerler, Mehmed Paşa’nın konağını bastılar,
divânhanede saklanan paşayı bulup parçaladılar ve kesik başını
bir mızrağın ucuna takarak şehrin sokaklarında dolaştırdılar; konağını da
yağmalayarak tüm malına el koydular. Ardından da birçok zenginin evini
yağmaladılar.
Fatih tarafından İstanbul muhafızı olarak
bırakılmış eski veziriazamlardan İshak Paşa, askere kesenin
ağzını açarak, kısa sürede duruma hâkim oldu. Şehzâde Bayezid
taraftarı olan İshak Paşa, İstanbul’da bulunan 11 yaşındaki Şehzâde
Korkud’u babası gelene kadar vekâleten tahta çıkardı.
Böylece askerin isyanı biraz olsun yatıştırıldı.
26 Mayıs 1481’de dört bin kişilik maiyetiyle
önce Üsküdar’a, buradan da İstanbul’a gelen Şehzâde Bayezid, asker ve halk
tarafından coşkulu bir şekilde karşılandı. Yeni padişah daha karaya ayak
basmamıştı ki, İshak Paşa’nın kendilerine, “Hamza Beyoğlu Mustafa Paşa,
cebbar ve intikamcı bir heriftir. Vezaret makamına gelirse, benim marifetimle
ziyade artan maaşlarınıza zam yapmaz. Şimdi bu durumun olmasını istemezseniz,
onun İstanbul’a geçmesine rızanız olmasın” şeklinde haberler göndermesi
üzerine askerler II. Bayezid’in kayığının etrafını sardı ve Mustafa Paşa’nın
Üsküdar’a geri gönderilmesini sağladılar.
Mâtem elbiseleriyle karaya çıkan II. Bayezid,
askerlere para dağıtarak İstanbul’a girdi. Esnaf ve şehrin ileri gelenleri yeni
padişahın atının ayakları altına kıymetli halılar ve kumaşlar serdiler, tabak
tabak altın ve gümüş döktüler.
Yeniçeriler, yeni padişahı sarayın giriş kapısı olan
Bâb-ı Hümâyûn’un önünde bekliyordu. Askerler, II. Bayezid’den
veziriazamı öldürdükleri ve şehirde yağma yaptıkları için af dilediler. Padişah
da askerleri affetti. Böylece İstanbul, bundan sonra sıkça karşılaşacağı
isyanlar serisinin ilkini yaşamıştı.
KRONOLOJİ
Selçuklular
- 1063-1072 Alp Arslan
- 1071 Malazgirt (Manzikert) Muharebesi
- 1081-1092 1. Süleyman
- 1092-ııo7 1. Kılıç Arslan
- 1107-1116
Melikşah
- 1116-ıı56 1. Rükneddin Mesud
- 1156-ıı92 il. Kılıç Arslan
- 1192-ıı96, 1204-1210 1. Gıyaseddin Keyhüsrev
- 1196-1204 il. Rükneddin
Süleyman
- 1204-1205 III. İzzeddin Kılıç Arslan
- 1210-1220 1. İzzeddin
Keykavus
- 1220-1237 1. Alaeddin Keykubad
- 1237-1243 11. Gıyaseddin
Keyhüsrev
- 1243 Kösedağ Muharebesi
- 1246-1248 il. İzzeddin Keykavus
- 1248-1265 iV. Rükneddin Kılıç Arslan
- 1249-1257 11. Alaeddin Keykubad
- 1265-1283 III. Gıyaseddin Keyhüsrev
- 1283-1284, 1284-1293, 1294-1301,
1303-1307 11. Gıyaseddin Mesud
- 1284, 1292-1293, 1301-1303 III. Alaeddin
Keykubad
- 1307 III. Gıyaseddin Mesud
İlhanlılar
- 1253-1265 Hülagu
- 1265-1282
Abaka
- 1282-1284 Ahmed Tegüder
- 1284-1291 Argun
- 1291-1295 Geyhatu
- 1295 Baydu
- 1295-1304 Gazan
- 1304-1316 Olcaytu
- 1317-1335 Ebu Said
Beylikler
- Geç 13. yüzyıl: Beyliklerin
kuruluşu
- ?-y .1324 Osman
- y. 1324-1362 Orhan
- 1326 Bursa'nın
Osmanlıların eline geçmesi
- 1331 Nikea [İznik] Osmanlıların eline geçmesi
- 1337 Nikomedia [İzmit] Osmanlıların eline geçmesi
- 1330'lar Karesi'nin
Osmanlıların eline geçmesi
- 1344 İzmir'in kısmen Haçlı kuvvetinin eline
geçmesi
- 1354 Gelibolu'nun Osmanlılarca işgali
- 1362-1389 1. Murad
- 1369 Adrianopolis'in (Edirne) Osmanlıların eline geçmesi
- 1371 Çirmen
Muharebesi (Meriç)
- 1370'ler Germiyan ve Hamidoğullan beyliklerinin
Osmanlılarca fethi
- 1380'ler Teke'nin Osmanlılarca fethi
- 1385 Niş'in
Osmanlıların eline geçmesi
- 1387 Thessalonike'nin [Selanik] Osmanlıların
eline geçmesi
- 1389 Kosova Muharebesi
- 1389-1402 1. Bayezid
- 1389-1390 Aydın ve Menteşe beyliklerinin Osmanlılarca fethi
- 1394-1402
Konstantinopolis'in Osmanlılarca kuşatılması
- 1396 Niğbolu Muharebesi
- 1397 Karamanoğullarının Osmanlılarca alt edilmesi
- 1402 Ankara
Muharebesi
- 1402-1413 Osmanlılar arasında öldürücü çatışmalar dönemi
- 1413-1421 1. Mehmed
- 1416 Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa İsyanı
- 1421-1444, 1446-1451 il. Murad
- 1422 Konstantinopolis'in Osmanlılarca
kuşatılması
- 1430 Thessalonike'nin Osmanlıların eline geçm esi
- 1444
Varna Muharebesi
- 1444-1446, 1451-1481 il. Mehmed
- 1448 11. Kosova
Muharebesi
- 1453 Konstanti nopolis'in Osmanlılarca fethi
Bizans
- 1071-1078 VII. Mihail Dukas
- 1078-1081 III. Nikefo ros Botaneiates
- 1081-1118 1. Aleksios Komnenos
- 1118-1143 il. İoannes Komnenos
- ıı43-1180 1. Manuel Komnenos
- 1180-1183 il. Aleksios Komnenos
- 1183-1185 1. Andronikos Komnenos
- 1185-1195, 1203-1204 11. İsakios Angelos
- 1195-1203 III. Aleksios
Angelos
- 1203-1204 il. İsak ios Angelos ve iV. Aleksios Angelos
- 1204 V.
Aleksios Dukas Konstantinopolis'in iV. Haçlı Seferi kuvvetlerince ele
geçirilmesi
- 1204-1261 Konstantinopolis Latin Krallığı
- 1204-1461
Trebizond [Trabzon] Latin Krallığı
- 1204-1222 I. Theodoros
Laskaris
- 1222-1254 III. İoannes Dukas Vatatzes
- 1254-1258 II. Theodoros
Laskaris
- 1258-1259 IV. İoannes Laskaris
- 1259-1282 VIII. Mihail
Paleologos
- 1282-1328 II. Andronikos Paleologos
- 1328-1341 III. Andronikos
Paleologos
- 1341-1391 V. İoannes Paleologos
- 1341-1347 Bizans'ta iç
savaş
- 1347-1354 VI. İoannes Kantakuzenos
- 1373-1376 II. Manuel
Paleologos
- 1376-1379 IV. Andronikos Paleologos
- 1391-1425 II. Manuel
Paleologos
- 1425-1448 VIII. İoannes Paleologos
- 1448-1453 XI. Konstantinos
Paleologos
Ankara Antlaşması, TBMM ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 Türk-
Fransız Cephesindeki faaliyetleri durdurmak için imzalanmıştır. Asıl politik
kararları Lozan Anlaşması'na bırakarak, TBMM yönetimindeki bölgenin güney
sınırının taslak olarak belirlenmesi konusunda iki tarafta mütabakata varmıştır.
İngiltere, İtalya ve Yunanistan ile menfaatleri çakışan Fransa, Sevr
Antlaşması'ndan üç ay önce TBMM ile ilişkilere başlayarak geçici mütareke
yapmıştır. Fransızlarla Ankara Antlaşması'nın imzalanmasıyla birlikte yeni
TBMM'nin mevcudiyetini kabul etmiş olmakla beraber bu ilişki daha ileriye
gidememiştir.
Sakarya Savaşının kazanılması ve Sovyet Rusya ile Moskova
Antlaşması'nın imzalanması, Türk - Fransız ilişkilerini de olumlu yönde
etkilemiştir. Bu olay Fransa ile TBMM ile arasında imzalanacak Ankara
Antlaşması'nın zeminini hazırladı. Fransız eski bakanlarından Henry Franklin
Bouillon Ankara'ya gelerek Mustafa Kemal, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal ve
Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile görüşmelerde bulundu.
Fransa daha geniş bir
ayrıcalık hayali ile görüşmelere gelmişti. Fakat umduğunun altında bulunca bir
süre antlaşmayı askıya aldı. Çünki bu sırada Yunanistan bir taarruza
hazırlanıyordu. Sakarya Meydan Muharebesi ile Yunanlılar denize dökülünce Fransa
antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Özellikle yeni Türk Devleti ve Misak-ı Milli
sınırlarının üzerinde duruldu.
Bu görüşmelerde ortak noktaya varılarak Ankara
Antlaşması imzalandı.
Ankara Antlaşması'nın en önemli özelliği Fransa'nın TBMM
Hükumetini resmi olarak tanıması ve İtilaf Devletleri Cephesinin bozulmuş
olmasıydı. Bu antlaşma ile Türk milli egemenliğinin haklılığı bir itilaf devleti
tarafından tanınmış oldu.
Ankara Antlaşması'nın Maddeleri
Her iki
tarafta bu anlaşmanın imzalanmasını müteakiben aralarındaki harbin bittiğini
kabul ederler.
Ankara Antlaşması
- Ordular ve ahali durumdan haberdar edilecektir.
- Her iki taraf
karşı tarafın esirlerini serbest bırakacak, esirlere yol paraları verilerek en
yakın şehirlere bırakılacaktır.
- Antlaşmanın imzasından en fazla iki ay sonra
8. maddedeki sınırın kuzeyine Türk askerleri, güneyine ise Fransız askerleri
çekilecektir.
- Hatay için özel bir idare usulü tesis edilecektir. Türk dili
orada resmi dil olacaktır.
- Osmanlı sülalesinin kurucusu olan Osman Gazi'nin
dedesi olan Süleyman Şah türbesi Türk malı sayılacak ve Türk Devleti asker
bulundurarak türbeyi koruyabilecek.
- Ankara Antlaşması sonucu her iki taraf,
boşaltılan arazide genel af ilan edecektir.
- Seçilecek bir karma komisyon ile
Suriye ve Türk Devleti arasındaki gümrük ilişkilerini düzenleyecek, bu komisyon
kurulana kadar iki tarafta hareketinde serbest kalacaktır.
- İskenderun
Körfezi'nde Payas'tan başlayarak Kilis- Çobanbeyli istasyonuna gidecek demiryolu
Türkiye'de kalmak üzere Çobanbeyli'den Nusaybin'e varacaktır. Payas ile
Çobanbeyli istasyonları Suriye'de kalacaktır.
- Türk Hükumeti ile Suriye Kırık
suyundan ortaklaşa faydalanacaktır. Suriye Hükumeti, msraflarını kendisi
karşılamak üzere Fırat nehrinin Türk Hükumeti kısmından su alabilecektir.
Ankara Antlaşması'nın Önemi
- Ankara Antlaşması ile güney cephesi
kapanmış oldu. Böylece TBMM Hükumeti tüm ağırlığını diğer cephelere
verebilecekti.
- Hatay'ın kaybı ile Misak-ı Milli'den ilk defa taviz verilmiş
oldu.
- Ankara Antlaşması ile Suriye sınırı güvenlik altına alınmış
oldu.
- Güney illerimizdeki Ermeni meselesi'de çözülmüş oldu.
- İlk defa bir
İtilaf Devleti Misak-ı Milli'yi kabul etmiş oldu.
- İtilaf Devletleri arasında
dağılmanın başlangıcı oldu.
KIRIM Tatarlarının etnik kökeni; tarih boyunca
Kırım ve civarında yerleşen çeşitli Türk kavimlerine
dayanır.
Kırım’a ilk gelen Türk kavmi,
Hunlardır. Köktürkler, Onogurlar
Kuturgurlar ile M.S. VII. yüzyılda Hazar Türkleri, X. Yüzyıl başlarında
ise Peçenekler , Kırıma yerleşen diğerTürk kavimleridir.
Kıpçaklar, X.yüzyılın sonlarında Peçenekleri mağlup ederek
Kırım'ı ele geçirmişler ve, iki yüzyılı aşkın bir süre Kırım'a hakim
olmuşlardır. Kırım’ın etnik ve kültürel yapısının oluşumunda en güçlü etki
Kıpçak Türklerine aittir. Kıpçakların engin kültür mirasının derin izleri bugün
dahi bütün canlılığı ile Kırım Türklerince yaşatılmaktadır. Kırım Türklerinin
kullandığı dil de Kıpçak Türkçesidir.
Kırım'daki Kıpçak hakimiyeti İslamiyet'in Kırım’da yayıldığı bir
dönem olmuştur ve XI. Yüzyılın sonlarına doğru Türklerin çoğunluğu İslamiyet’i
kabul etmişlerdir. Asya'nın büyük bir kısmına hakim olan Moğol İmparatorluğu
(Cengiz Han Orduları), XIII. Yüzyıl ilk çeyreğinde, Kıpçakları yenerek
yarımadaya hakim olmuşlardır. Cengiz Han İmparatorluğunun parçalanması üzerine,
Kırım, Altın Ordu imparatorluğu hakimiyetine girmiştir.
Altın Ordu¹ Hakimiyeti Kırım’ın etnik, dini ve siyasi geleceğini
kesin olarak belirlemiş ve Kırım’ın tamamen Türkleşmesini
sağlamıştır.
TATAR ADININ KULLANIMI
Kırım Kazan ve İdil boylarındaki ahali , tamamiyle Türk olduğu
halde, kökleriyle bağının kopartılması amacıyla bilhassa Ruslar tarafından
kendilerine "Tatar" adı verilmiştir. Aslında Tatar adı, gerek Anadoluda gerekse
Rusya ve İslam dünyasında Moğolların hakim oldukları saha ahalisi için
kullanılmıştır.
(Örneğin Mevlânâ, Divan-ı Kebir de Anadoluyu tehdit eden
Moğollardan Tatar olarak bahsederek bir gazelinde şu ifadeleri
kullanır:
"Sen Tatardan korkuyorsun;
Çünkü Tanrıyı tanımıyorsun.
Oysa ki ben Tatarlardan iki yüz iman bayrağı yükselteceğim." )
Mamafih “Tatar” adı uzun süre bu Türk boylarınca benimsenmemiş,
ancak Rus siyasi baskısı altında kabul ettirilmiş ve zaman içerisinde Rusların
dışındaki diğer yabancı toplulukların ve Türklerin de kullanması sonucu yavaş
yavaş kabul görmüştür.
İnsanlığın Varoluşu ve İlk İnsanlar. İnsanoğlunun ortaya
çıkışı ve ilk insan toplulukları ile ilgili araştırma
notları.
İnsanlığın varoluşu hakkında muhtelif tez
ve teoriler sunulmaktadır. Evrim teorisi, tüm
canlıların suda oluşan bir bakteri hücresinden, insanlığında bu hücrenin evrim
süreci içerisindeki gelişiminden türediğini tez olarak sunmaktadır. İslam dini
ise insanlığın Adem ve Havva’nın yaradılışıyla türediğini tebliğ etmektedir.
Buna mukabil Kur-an’ı Kerim’de Mü’minun suresi 12-14. Ayetlerinde “Andolsun biz
insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık” ifadesi mevcuttur. Kimi din
alimleri bu ayetin evrim teorisiyle uyuştuğunu ifade etse de bu konudaki görüş
şahsa münhasırdır.
Elbette biz insanlığın varoluşu konusunda görüşü kişilere
bırakacağız. İnsanlığın varoluşuyla birlikte başlayan Tarih sürecini inceleyerek
, insanoğlunun etnik geçmişlerini özetleyeceğiz.
İlk Canlının Ortaya Çıkışı (3.7 Milyar
Yıl)
Günümüzün gelişmiş teknikleri ve bu tekniklere dayalı teorilerle
ortaya sunulan teze göre 15 Milyar yıl önce meydana gelen büyük patlamayla (Bing
Bang) evren oluşmuş, 5 Milyar yıl önce dünya kütlesi meydana gelmiş, 3.7 Milyar
yıl öncede Dünya üzerindeki ilk protein ortaya çıkarak ilk canlı hücresi
oluşmuştur. En azından günümüz imkanlarıyla ulaşılabilen en kabul edilebilir
bulgu bu doğrultudadır.
İlerleyen yüzbinlerce yılda, dünyanın ısı ve su dengesinin
ortaya çıkarttığı müsait tabiatla ilk canlılar vücut bularak dünyanın ilk
sakinleri haline geldiler. 1800’lü yıllardan itibaren yapılan çalışmalarla gün
yüzüne çıkartılan Paleontolojik (Fosil bilimi) araştırmalar, milyonlarca yıl
önce varolan canlılara ait önemli bilgilere ulaşabildiler. Ve anladık ki bizden
milyonlarca yıl önce büyük kütleli, devasa etobur ve otobur canlılar dünyanın
bizden önceki ev sahipleriydi.
Günümüzden 3.7 Milyar yıl önce ortaya çıkan canlılık ve yine
zaman içerisinde ortaya çıkan canlı türleri 2.500.000 yıl önce meydana gelen
büyük buzul çağıyla önemli ölçüde azaldı ve kimi türler tamamen yok oldu. Bu
buzul çağı, milyonlarca yıl devam ederek yeryüzündeki canlıların varlıklarının
gelişiminde ve çeşitliliğinde önemli ölçüde engelleyici rol oynadı. Hem canlı
türlerinin çok kısıtlı olduğu, hem de soğuk hava koşullarının ipuçları
bırakılmasına imkan vermediği bu süre zarfına ait bilgilerimiz oldukça
kısıtlı.
2.500.000 yıl önce başlayan Büyük Buzul Çağı ile soğuyan
yerküre, ancak 200.000 bin yıl kadar önce ısınmaya başlayarak canlı türlerine
daha geniş yaşam imkanları sağlamaya başladı. Bu süreye kadar kısıtlı şartlarda
yaşamlarını sürdürmeye çalışan canlı türleri ancak 200.000’li yıllardan sonra
çoğalmaya ve yayılmaya başlayabildiler.
Buzul çağının tamamen son bulması ve yer kürenin buzul çağının
etkisinden tamamen çıkması ancak 10.000 li yıllarda mümkün olmuştur.
İlk İnsanın Ortaya Çıkışı (M.ö. 200.000 li
yıllar)
İlk insanın ortaya çıkışı. Açıkçası günümüz için halen bir
bilinmeyen ve gizemli bir olgu. Evrenin varoluşunu, yerküre üzerindeki ilk
canlının ortaya çıkışını, milyonlarca yıl önce yaşanmış buzul çağlarını ve canlı
türlerini keşfedebilen bilim dünyası henüz İnsanlığın Varoluşu ile ilgili
bilinmeyeni tam anlamıyla çözebilmiş değil.
Bilinmeyenlerle dolu bu gizemli varoluş süreci ancak kısıtlı
teorilerle açıklanabiliyor. Üstelik sunulan teoriler temel dayanaklarında bile
birbirleriyle çatışıyor. İnsanlığın ortaya çıkışı ile ilgili bilinmeyene
yolculuğumuzda, bilim dünyasının ortaya çıkarttığı tezleri incelemek ve mantıklı
olana itibar etmekle yetineceğiz.
Bilim dünyası, insanlığın kökeni Cromagnon (Kro Magnum) ve
Neandertaller dir der. Tam olarak insan olmayan bu tür, insanın atası ve evrim
teorisindeki insanla maymun arası bir geçiş evresi olarak değerlendiriliyor.
Varoluşları 500 Bin yıl öncesine dayandırılan bu türler, tam olarak insan
sayılmamakla birlikte hayvan olarak da nitelendirilmiyor. Konuşmayan, yazmayan,
bunun yanında aklıyla hareket eden bu türler, zaman içerisinde insana dönüşerek
yeryüzüne dağılmış olduğu ve buzul çağının ortadan kalkmasıyla evrimini
tamamladığı kabul edilir.
Evrim teorisinin sunduğu bu teze göre modern insanın atası olan
Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin yılları arasında varolmuş, 200 Bin’li yıllardan
sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır.
Halen pek çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun yanında hem tezi
destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üzerinde
münakaşaya devam ediliyor.
Özetleyecek olursak Bilim dünyası bu konuda kararsız. En azından
tartışmasız bir karara varabilmiş değil. Peki kutsal kitaplardan
edinebileceğimiz bilgiler nelerdir? Bu noktada Bilim ile Din’i çatıştırma yada
kıyaslama yapmayacağız. Hem Bilimden hem de Din’i ilimden elde edeceğimiz
bulgularla mantık yürüteceğiz.
Kutsal kitaplar, özellikle de Kur-an’ı Kerim, şüphesiz hem dünya
hem insan ile ilgili pek çok bilgi ve bulgu sunuyor.
Bilimin, bilginin ve tarih
bilincinin çok kısıtlı olduğu bu dönemlerde, Kur-an’ı Kerim’in hem dünyanın hem
dünya üzerinde yaşayan canlılar hakkında pek çok bilimsel bulgu sunuyor olması
hepimiz için şaşırtıcı ve ibret verici kabul edilir. Atmosferin katmanlarını,
hücrenin yapısını, evrenin tasarımını ve henüz yakın zamanlarda ulaşabildiğimiz
bilimsel verilere, günümüzden 1400 yıl önce “Anlayabileceğimiz bir dille” bize
sunulmuş olması, insanlığın varoluşu ile ilgili ipuçlarını araştırırken de
faydalı olabilecek bilgilere sahip olabileceğini düşündürüyor.
Kur-an ve tahrife uğramış olsa bile İncil ve Tevrat,bize
insanlığın varoluşu hakkında belli noktalarda net bilgiler veriyor. Kur-an,
insanın bir “çamurdan bir hülasadan” yaratıldığını ifade ediyor. Bu ifade de
hülasa, cümle içindeki anlamı itibariyle süzülmüş, özetlenmiş, kaynak olarak
kullanılmış gibi anlamlarla ifade ediliyor. Tefsirlerden yorumlayabildiğimiz
kadarıyla İnsanoğlunun, bir çamurun içerisindeki ilahi bir kıvılcımla ortaya
çıktığı anlaşılıyor.
Evrim teorisinin bu konu hakkındaki tezi, canlı türlerini
oluşturan ilk hücrenin su ile toprağın birleştiği bir noktada oluşan bir
hücreden meydana geldiğini, bu hücrenin denizde canlı türlerinin oluşumunu
sağladığını, sonrasında canlıların sudan çıkarak diğer türleri oluşturduğunu
savunur. Bu bakış açısı kimi din adamlarının Evrim teorisi ile Kuran’ın
örtüştüğünü, aynı oluşumu anlattığını savunur. Nitekim, Kur-an, maddi ve şekil
olarak bir tarifte bulunmadığından, belirtilen bu ipucunun şekil olarak
anlaşılması pek mümkün olmamaktadır.
Zira din kitaplarına biyoloji yada benzeri
bir konsantre bilim kitabı olarak bakmak yanlış olacaktır. Elbette Kur-an bize
anlayabileceğimiz nispette bir özet bilgi veriyor. Biz bu bilgiyi ipucu olarak
kullanıp merakımızı gidermeye çalışacağız.
Hem bilimin, hem Kur-an’ın bize sunduğu ipuçlarıyla elde
ettiğimiz bulgu, çok net olmamakla birlikte kaynak olarak kullanabileceğimiz bir
ortak sonuç ortaya koyuyor. İlk insanın tek bir noktada oluştuğu, bu insanın
çoğalarak diğer insan topluluklarına temel teşkil ettiği kabul edilebilir bir
gerçek. Paleontolojik çalışmalarda elde edilen ilk insanlara ait bilgiler,
günümüzden 100 Bin yıl öncesine ait. Yani ulaşabildiğimiz en eski insan
toplulukları bizden 100 Bin yıl önce yaşamıştır diyebiliriz.
İlk insanın ortaya çıktığı bölge halen tartışma konusu. Bu
konuda bilim çevreleri, yine elde edilen paleontolojik çalışmalarla insana ait
en eski buluntuların Güney Afrika’da olduğunu belirtiyor. Diğer bölgelerde var
olduklarına ait fosil bulguları bulunmamış olsa da Güney Afrika’ya sonradan göç
etmiş olduklarını kabul etsek bile, buzul çağının etkisi altında bulunan kuzey
bölgelerinde yaşam şartlarının zorluğu, diğer insanların yok olmuş olabileceğine
yada sayılarının azlığı nedeniyle varlıklarının insanoğlunun göç hareketleriyle
oluşan popülasyona bir katkı sağlamadığı görüşü daha ağır basıyor.
Bu noktada
karşımıza iki olasılık çıkıyor. İnsanoğlu ya Asya’da ortaya çıktı, bir bölümü
Afrika’ya göç etti ve buradan Dünya’ya yayıldı ya da zaten Afrika’da ortaya
çıkmıştı.
Sonuca varacak olursak, insanoğlu günümüzden 100 Bin yıl önce
ortaya çıkarak Afrika’dan Kızıldeniz’i geçerek Arap yarımadasına, oradan da tüm
dünyaya yayıldılar. Buzul çağının halen devam ettiği bu dönemde sayılarının
birkaçbin’i geçmediği düşünülen ilk insanlar, yaşam imkanlarının daha geniş
olduğu bölgelere göç etmiş, sayıca çoğalarak toplumları, milletleri ve
kültürleri ortaya çıkartmışlardır.
Paleotik Çağ (M.Ö. 100.000 / M.Ö.
10.000)
İnsanoğlunun dünyayı mesken edindiği, farklı coğrafyalara
yayıldığı ve Dünya toplumlarının temel unsurlarını oluşturduğu Paleotik dönem,
yazılı kayıtların olmayışı ve sert iklim koşullarının ortaya çıkarttığı
zorluklar nedeniyle yeteri kadar aydınlatılamıyor. Bu nedenden ötürü Tarihçiler
bu döneme karanlık ve kayıtsız tarih adını veriliyor. On binlerce yıldan oluşan
bu tarih dilimi, insanlığın temellerinin atıldığı bir dönem olmasının yanında en
bilinmeyenli dönem unvanını da fazlasıyla hak ediyor.
İki buçuk milyon yıl önce başlayıp, 600 bin yıl önce zirve
noktasına ulaşan buzul çağı, 100 Bin yıl önce ısınmaya başlamış ve nihayetinde
10 Bin yıl önce tamamen sona ermişti. Sert iklim değişiklikleri nedeniyle
insanoğlunun yayılıp çoğalmasına engel olan buzullarla dolu kuzey coğrafyası,
insanoğluyla birlikte diğer canlılarında çoğunu Afrika steplerine hapsetmişti.
Doğa koşullarıyla birlikte vahşi ve yırtıcı hayvanlarla da mücadele etmek
zorunda olan insanoğlu, zorlu yaşam mücadelesini sürdürdüğü coğrafyada uzun
süredir varlığını sürdürmekteydi.
Paleotik çağı yaşayan ilk insanlar gırtlak sesleriyle konuşarak
anlaşabiliyordu. Birbirleriyle iletişim kurabilen, plan yapabilen, küçük
topluluklar halinde hareket edebilen bu insanlar henüz sayıları çok azken kabile
düzeni sayılamayacak küçük topluluklar halinde mağara ve doğal zorluklardan
korunaklı bölgelerde bir arada yaşamaktaydılar. Sayıları ancak binlerle ifade
edilen bu topluluk, zaman içerisinde doğal imkanlardan daha fazla faydalanmak
amacıyla kuzey bölgelerine doğru hareket etmeye başladılar. İlk insanlar ilk kez
ayrılıyor ve bölünüyordu. Zira aynı coğrafyada sıkışarak yaşamak, kısıtlı doğal
imkanları paylaşmakta zorluklara neden oluyordu.
Biyolojik olarak tam anlamıyla birbirlerine benzeyen bu
topluluk, ilerleyen zaman dilimlerinde küçük hareketlerle kuzey bölgelerine
doğru ilerlemeye başladılar. Bu ilerleme yaklaşık olarak 30 bin yıl kadar devam
etti. Halen kuzey bölgeleri ağır buzul ikliminden tamamen kurtulabilmiş değildi.
Bunun yanında Güney Afrika ılıman ve yağmurlu iklimine sahipti. Kuzeye doğru
gerçekleşen bu ilk göç hareketi 70 Binli yıllara kadar sürdü.
Kuzey bölgeleri
buzul çağının etkisinde, güney bölgeleri ise ılıman ve yağmurlu iklime sahipti
ancak Afrikanın kuzey bölgesi Çöl halindeydi. Ağır karasal iklim, bu topluluğun
kuzeye doğru göçünü imkansız hale getirmişti. Göç hareketinin, denize paralel
olarak Afrikanın doğusundan yukarı doğru ilerleyişi Kızıl Deniz sahillerinde son
buldu. Kavurucu çöl sıcaklarıyla baş edemeyecek olan bu ilk ilkel insanlar,
kendilerine çıkış yolu olarak Arap yarım adasını buldular. Arap yarım adası ile
Afrika kıtaları arasındaki en yakın nokta, bugün Cibuti olarak anılan Afrika
ülkesi ile Yemen arasında bulunan, Aden körfezi ile Kızıl Denizi ayıran darboğaz
alandır.
Bu alan, günümüzde yaklaşık olarak 30 Km. civarında bir mesafede
bulunur. 70 Bin yıl önce halen devam eden buzul çağının etkisiyle suların daha
sığ olduğunu düşünecek olursak, tahminlere göre bu mesafe birkaç kilometre
kadardı ve çok daha sığdı. İlk Afrikalı insanlar, bu sığ deniz geçidinden
geçerek, Kızıl Deniz’i aşıp yeni bir Kıtaya ayak basmış oldular. Paleotik
Çağ’daki dönüm noktası olan bu göç hareketi, Afrikalı ilk insanların Dünyaya
yayılmasında kilometre taşı kabul edilir.
İnsanoğlu için yeni bir dönem başladı. 70 Bin yıl önce
gerçekleşen bu göç hareketi ile ilk insanların bir bölümü Afrika’da kalmış, göç
hareketine girişen diğer bölümü Arap yarım adasına ayak basmıştır. Yapılan
araştırmalar, Afrika’nın kuzeyinde olduğu gibi Arap yarım adasının güneyinde de
ağır çöl ikliminin bulunduğunu ortaya koyuyor.
Arap Yarım adası, bugün olduğu
gibi bundan 70 Bin yıl önce de Çöl iklimine sahipti. Bu konu üzerinde uzun süre
çalışmalar yapan Paleontologlar, tutarlı bir dayanak bulunamayan bu tezden
vazgeçmeyi bile düşündüler. Ancak yakın zamanda yapılan araştırmalar çok ilginç
sonuçlar ortaya çıkarttı. Göç hareketinin gerçekleştiği bölgede yapılan kazı
çalışmaları, bu bölgelerde küçük tatlı su kaynakları olduğunu ortaya çıkarttı.
Üstelik bu bölgelerden göç eden topluluklara ait kalıntılara da ulaştılar.
Böylelikle ilk insanların Afrikadan Arap yarımadasına çıktığı kesin olarak
tespit edilmiş oldu.
Arap yarım adasının güneyinden, bugünkü yemen sahillerinden
devam eden göç hareketi, kuzeydeki çöl iklimine rağmen sahil boyunca seyrekte
olsa bulunabilen tatlı su kaynakları ile mümkün olabildi. Yemen sahilleri
boyunca ilerleyen topluluklar, ağır çöl ikliminin hakim olduğu coğrafyada tam
anlamıyla bir vaha ile karşılaştılar. Bugün Dahar Vadisi olarak anılan bölge,
bundan 70 Bin yıl önce, Arap denizindeki hava akımları sonucu oluşan küçük çaplı
bir iklimin etkisindeydi.
Etrafı çöllerle kaplı olan bu bölge, muson
rüzgarlarının ortaya çıkarttığı küçük çaplı iklimin etkisiyle bolca yağmur
alıyordu. Etrafı çöl iklimiyle çevrili olan vadi, aldığı yağmurların etkisiyle
geniş bitki ve hayvan çeşitliliği ile yaşam için fevkalade ideal bir bölge
oluşturmuştu. İlk insanlar, daha önce karşılaşmadıkları bu fevkalade
çeşitlilikteki bölgeye yerleşerek ve doğal kaynakların sağladığı imkanlarla bu
bölgeyi uzun süre mesken tutarak hızla çoğaldılar. Öyleki bulundukları bölgeyi
dolduran insanlar, zaman içerisinde göç etme ihtiyacı hissederek arap yarım
adasının sahillerinden doğuya doğru yeni göç hareketleri başlattılar.
İlk insanın dünyaya yayılışını bu noktaya kadar adım adım takip
edebildik. Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları önce kuzeye, sonra Arap
yarım adasına çıktılar, Yemen sahilleri boyunca ilerleyerek Dahar Vadisine
ulaştılar. Yaşanabilir tabiatın etkisiyle hızla çoğalarak sayıları artan bu
insan toplulukları için artık belirli bir güzergah olmayacaktır.
Arap yarım
adasının güneyinden sahil boyunca devam eden göç hareketiyle önce Asya’ya, sonra
dünyanın pek çok farklı bölgesine dağınık şekilde göç hareketleri başlatan ilk
insanlar, hızla çoğalmaya ve yayılmaya başladılar. Böylece Yerküre, İnsanoğlu
ile tanıştı.
Farklı coğrafyaların, farklı iklim koşullarının, farklı güneş
ışın açılarının, topraktaki farklı radyoaktivitelerin tesiriyle genetik olarak
farklılaşan İnsan toplulukları, dağıldıkları coğrafyalarda kendilerine has
genetik ve fiziki görünümlere ayrılmış ve insanlığın temelini teşkil eden ilk
etnik unsurları ortaya çıkartmış oldular. İlk dönemlerinde gırtlak sesleriyle
anlaşan insanlar, çoğalarak iletişim kurmaya başlamış, gırtlak seslerinden dil
ve dudak seslerine geçerek dilleri oluşturdular.
Bu lisanlar topluluklar
arasındaki mesafelerin etkisiyle ayrı ayrı geliştiği için ayrı ayrı diller
meydana gelmiş oldu. Dilleri ayrılan insanlar, haliyle iletişim güçlükleri
sebebiyle ayrışarak etnik unsurlar haline geldiler. Sayıları hızla artan
insanoğlu, uzun süre bir arada yaşayarak kendi yaşayış tarzlarını ve kendi
kültürlerini oluşturdular.