18 Nisan 2020 Cumartesi

2. İnönü Savaşı

Londra Konferansı’nın barış önerilerinin TBMM Hükümeti’nce reddedilmesi üzerine, İtilaf Devletleri’nin isteklerini zorla Türklere kabul ettirmekle görevlendirilen Yunanlılar, Bursa üzerinden Eskişehir’e, Uşak üzerinden Afyon’a doğru 23 Mart 1921'de saldırıya geçtiler. 

Yunanlılar, Bilecik’i, İnönü’de Metris Tepe’yi ve Uşak’ı ele geçirmeleri üzerine, TBMM Muhafız Taburu cepheye gönderildi. Böylece güçlenen Türk kuvvetleri karşı saldırıya geçerek Yunan saldırısını püskürttü. Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey’in savaş süresince verdiği “mevzilerin kesin olarak savunulması” emri başarının elde edilmesinde etken oldu.1 Nisan 1921’de Yunan ordusu Bursa’ya çekilmeye başladı. Böylece Yunanlılar İnönü’de ikinci kez yenildiler.

Sonuç:
TBMM Hükümeti varlığını bütün Avrupa devletlerine, resmen olmasa da kabul ettirdi; içte ve dışta nüfuz ve saygınlığı yükseldi.

2. İnönü Savaşı

  • Avrupa ülkelerinde, İngiliz ve Yunan politikasına karşı güvensizlik ve muhalefet başladı.
  • Ordu mensuplarında, her bakımdan kendilerine güven arttı.
  • Bu durum karşısında, Fransızlar Zonguldak’tan, İtalyanlar Güney Anadolu’dan çekilmek zorunda kaldılar.
  • Türk ordusunun kazandığı zaferler, İtilaf Devletleri’ni Türkler hakkında yararlı kararlar almaya zorladı.
  • II.İkinci İnönü Muharebesi’nin kazanılmasından, Sovyet Rusya ve Afganistan gibi dost devletlerde büyük bir memnunluk duyulmuş ve bu resmen Türk hükümeti’ne bildirilmiştir.

YENİÇERİLERİN KILIÇLARININ ALTINDAN GEÇEN SULTAN

“Bu edepsizlik sizin aklınızın kusurudur”

Fatih Sultan Mehmed ikinci defa tahta geçtikten sonra 1451’de Karaman seferine çıktı. Osmanlı ordusunu karşısında gören Karamanoğlu aman dileyince Fatih, Osmanlı topraklarına geri döndü.

Genç sultan Bursa’da iken yeniçeriler sefer bahşişi isteriz diye kazan kaldırdılar. Yolun iki tarafında silahlı saf tutan yeniçeriler, Fatih’e “Padişahımızın ilk seferidir, kullara ihsan gerek” dediler. Askerin bu davranışından oldukça rahatsız olup incinen Fatih, 10 kise akçeyi askere dağıtıp ortalığı sakinleştirdi.
Ardından Yeniçeri Ağası Kurtçu Doğan’ı falakaya yatırtıp, görevinden azletti. Yerine Mustafa Bey’i yeniçeri ağası yaptı. Yeniçeri subayları da Fatih’in öfkesinden nasiplerini aldı.

Yayabaşlarını çağırıp, “Bu edepsizlik sizin aklınızın kusurudur” diyerek onlara yüzer sopa vurdurdu ve görevlerinden azletti. Yeniçerileri kontrol altında tutmak için kendisine bağlı birkaç bin doğancı ve sekbanı aralarına kattı. Fatih’in askerin isyanına verdiği bu tepki ve yeni düzenlemeler yüzünden yeniçeriler onun saltanatı boyunca birçok zorlukla karşılaşmalarına rağmen bir daha seslerini çıkaramadılar.

Osmanlı'da İlk İsyan

“İstanbul’daki şehzâdenin yanına gideriz”

II. Murad, 1444’de Varna Savaşı’nı kazandıktan sonra tahta tekrar çıkmayarak Manisa’ya çekilmişti. Ancak Veziriazam Çandarlı Halil Paşa, II. Mehmed’i destekleyen Şehabeddin, Saruca ve Zağanos paşalarla anlaşamıyordu ve II. Murad’ın tekrar tahta çıkmasını istiyordu.

II. Mehmed’in ilk hükümdarlığı sırasında, yeniçeriler Şehabeddin Paşa’nın vaktiyle Macaristan seferi sırasında tedbirsizliği yüzünden arkadaşlarını kırdırdığını bahane ederek ayaklandılar.

İsyanda paranın değerinin düşürülmesinin de etkisi vardı.

Yeniçeriler, Şehabeddin Paşa’yı öldürmek için evini bastılar, ancak paşayı ele geçiremediler. Paşanın evini yağmaladıktan sonra Edirne’nin doğusunda bir tepeye çekildiler. Yıldırım Bayezid’in oğlu olduğu iddia edilen ve İstanbul’da bulunan şehzadenin yanına gidecekleri tehdidini savurdular. İsyan, yeniçerilerin maaşlarına yarım (buçuk) akçe zam yapılarak yatıştırılabildi.

Ayaklanmanın asıl sebebi ise Çandarlı Halil Paşa’nın, II. Murad’ı tekrar tahta geçirmek istemesiydi. Nitekim isyan karşısında genç hükümdarın zor duruma düşmesi üzerine, II. Murad Manisa’dan Edirne’ye davet edildi ve gelişi genç padişaha bildirilmedi. II. Mehmed bir av partisine çıkarılarak oyalandı. II. Murad, Edirne’ye geldikten sonra yeniçerilerin onayını alıp, tahta çıktı. Oğlunu da Manisa’ya vali olarak gönderdi.

1446’daki Buçuktepe Vak’ası yeniçerilerin daha sonraki tarihlerde sıkça rol oynadıkları hükümdar değişiklikleri sebebiyle iktidara müdahale ile ortak olma sürecinin ilk adımıdır.

FATİH’İN ÖLÜMÜ VE YAĞMALANAN İSTANBUL

“Aç kurt koyuna nasıl koyulursa İstanbul’a öyle koyuldular”.

İstanbul’da ilk askerî isyan, bu şehrin fatihi II. Mehmed vefat ettiğinde yaşandı. İstanbul gibi stratejik bir şehri 1453’de fethederek Osmanlı ve dünya tarihinin gidişatını değiştiren Fatih Sultan Mehmed, nikris hastalığından muzdarip olduğu için son zamanlarında adım atmakta bile zorluk çekmekteydi. Hastalığına rağmen ordunun başında, büyük ihtimalle Mısır’a sefer düzenlemek üzere 27 Nisan 1481’de İstanbul’dan ayrıldı. Halka ve askere hâlâ güçlü bir hükümdar olduğunu göstermek için, dayanılmaz acılara katlanmak pahasına, şehirden at üstünde çıktı.

Sultan II. Mehmed, Üsküdar’a geçtiğinde hastalığı artık yerinden kalkmasına bile müsaade etmeyecek derecede arttı. Hekimler tüm imkânlarını kullanarak Fatih’i iyileştirmeye çalışırken, askerler de birkaç gün Üsküdar’da beklemek zorunda kaldılar. Hazırlanan ilaçlar padişahın ağrılarını biraz hafifletir hafifletmez askere tekrar hareket emri verildi. Ama Gebze yakınlarındaki Hünkâr Çayırı’na gelindiğinde Fatih bir kez daha komaya girdi ve tabiplerin gayretlerine rağmen kısa bir süre sonra, 3 Mayıs 1481’de, ikindi vakti vefat etti.

Fatih Sultan Mehmed’in öldüğü, hemen üst düzey yöneticiler tarafından öğrenildi. Artık bundan sonra yaşanacaklar devlet adamlarının idare yeteneğine bağlı olarak gelişecekti. Fatih’in hayatta iki oğlu vardı; 33 yaşındaki büyük oğlu Bayezid Amasya’da, 22 yaşındaki küçük oğlu Cem ise Konya’da vali idi. Veziriazam Karamanî Mehmed Paşa, derhal iki şehzâdeye de ulaklar göndererek babalarının vefat ettiğini ve acele İstanbul’a gelmeleri gerektiğini haber verdi.

İstanbul’a erken gelen şehzâde tahta çıkacaktı. İki şehzâdeden biri tahta geçene kadar ölüm hadisesi etraftakilerden, özellikle de askerlerden gizli tutulmalıydı. Sultanın hamama gitmesi gerektiği bahanesiyle Fatih’in naaşı vakit kaybettirilmeden İstanbul’a geçirildi ve Topkapı Sarayı’na konuldu. Askerlerin, padişahın ölüm haberini öğrenip, İstanbul’da bir anarşiye yol açmamaları gayesiyle de şehre girmeleri yasaklandı. Şehri korumak üzere bırakılan askerlerin bir kısmı ve acemioğlanları, Fil Çayırı Nehri Köprüsü’nün tamiri ve gerekli hendeklerin kazdırılması bahanesiyle buradan uzaklaştırıldı. Ayrıca şehrin kapıları kapatılırken, Üsküdar ile İstanbul arasındaki deniz ulaşım araçları da Eminönü tarafına getirtildi.

Askerler, birkaç gün sonra II. Mehmed’in öldüğünü her nasılsa öğrendiler ve ellerine geçirdikleri balıkçı tekneleriyle İstanbul’a akın ettiler. Özellikle kapıkulu askerleri İstanbul’da, devrin kaynaklarında “fetret günleri”, “yeniçeri başın keser” gibi sözlerle ifade edilen ve Tarihçi Neşrî’nin benzetmesiyle “aç kurt koyuna nasıl koyulursa İstanbul’a öyle koyularak” büyük bir yağma başlattılar. 

Şehzâde Bayezid taraftarları askerin isyanını destekliyorlardı. Şehzâde Bayezid’in tahta çıkmasında en büyük engel olan Cem Sultan taraftarı Veziriazam Karamanî Mehmed Paşa konağında saklanmak zorunda kaldı. Ancak fazla bir süre geçmemişti ki, sokaklarda “Bayezid çok yaşasın” diyerek dolaşan askerler, Mehmed Paşa’nın konağını bastılar, divânhanede saklanan paşayı bulup parçaladılar ve kesik başını bir mızrağın ucuna takarak şehrin sokaklarında dolaştırdılar; konağını da yağmalayarak tüm malına el koydular. Ardından da birçok zenginin evini yağmaladılar.

Fatih tarafından İstanbul muhafızı olarak bırakılmış eski veziriazamlardan İshak Paşa, askere kesenin ağzını açarak, kısa sürede duruma hâkim oldu. Şehzâde Bayezid taraftarı olan İshak Paşa, İstanbul’da bulunan 11 yaşındaki Şehzâde Korkud’u babası gelene kadar vekâleten tahta çıkardı. Böylece askerin isyanı biraz olsun yatıştırıldı.

26 Mayıs 1481’de dört bin kişilik maiyetiyle önce Üsküdar’a, buradan da İstanbul’a gelen Şehzâde Bayezid, asker ve halk tarafından coşkulu bir şekilde karşılandı. Yeni padişah daha karaya ayak basmamıştı ki, İshak Paşa’nın kendilerine, “Hamza Beyoğlu Mustafa Paşa, cebbar ve intikamcı bir heriftir. Vezaret makamına gelirse, benim marifetimle ziyade artan maaşlarınıza zam yapmaz. Şimdi bu durumun olmasını istemezseniz, onun İstanbul’a geçmesine rızanız olmasın” şeklinde haberler göndermesi üzerine askerler II. Bayezid’in kayığının etrafını sardı ve Mustafa Paşa’nın Üsküdar’a geri gönderilmesini sağladılar.

Mâtem elbiseleriyle karaya çıkan II. Bayezid, askerlere para dağıtarak İstanbul’a girdi. Esnaf ve şehrin ileri gelenleri yeni padişahın atının ayakları altına kıymetli halılar ve kumaşlar serdiler, tabak tabak altın ve gümüş döktüler.

Yeniçeriler, yeni padişahı sarayın giriş kapısı olan Bâb-ı Hümâyûn’un önünde bekliyordu. Askerler, II. Bayezid’den veziriazamı öldürdükleri ve şehirde yağma yaptıkları için af dilediler. Padişah da askerleri affetti. Böylece İstanbul, bundan sonra sıkça karşılaşacağı isyanlar serisinin ilkini yaşamıştı.

Bizans'tan Türkiye'ye Kronolojisi (1071-1453)

KRONOLOJİ


Selçuklular
  • 1063-1072  Alp Arslan
  • 1071  Malazgirt (Manzikert) Muharebesi
  • 1081-1092  1. Süleyman
  • 1092-ııo7  1.  Kılıç Arslan
  • 1107-1116  Melikşah
  • 1116-ıı56  1. Rükneddin Mesud
  • 1156-ıı92  il. Kılıç Arslan
  • 1192-ıı96, 1204-1210  1. Gıyaseddin Keyhüsrev
  • 1196-1204  il. Rükneddin Süleyman
  • 1204-1205  III.  İzzeddin Kılıç Arslan
  • 1210-1220  1.  İzzeddin Keykavus
  • 1220-1237  1. Alaeddin Keykubad
  • 1237-1243  11. Gıyaseddin Keyhüsrev
  • 1243  Kösedağ Muharebesi
  • 1246-1248  il.  İzzeddin Keykavus
  • 1248-1265  iV. Rükneddin Kılıç Arslan
  • 1249-1257  11. Alaeddin Keykubad
  • 1265-1283  III. Gıyaseddin Keyhüsrev
  • 1283-1284, 1284-1293, 1294-1301, 1303-1307  11.  Gıyaseddin Mesud
  • 1284, 1292-1293, 1301-1303  III. Alaeddin Keykubad
  • 1307  III. Gıyaseddin Mesud

İlhanlılar
  • 1253-1265 Hülagu
  • 1265-1282 Abaka
  • 1282-1284 Ahmed Tegüder
  • 1284-1291 Argun
  • 1291-1295 Geyhatu
  • 1295          Baydu
  • 1295-1304 Gazan
  • 1304-1316 Olcaytu
  • 1317-1335 Ebu Said

Beylikler
  • Geç 13. yüzyıl: Beyliklerin kuruluşu
  • ?-y .1324  Osman
  • y. 1324-1362 Orhan
  • 1326  Bursa'nın Osmanlıların eline geçmesi
  • 1331  Nikea [İznik] Osmanlıların eline geçmesi
  • 1337  Nikomedia [İzmit] Osmanlıların eline geçmesi
  • 1330'lar  Karesi'nin Osmanlıların eline geçmesi
  • 1344  İzmir'in kısmen Haçlı kuvvetinin eline geçmesi
  • 1354  Gelibolu'nun Osmanlılarca işgali
  • 1362-1389  1. Murad
  • 1369 Adrianopolis'in (Edirne) Osmanlıların eline geçmesi
  • 1371  Çirmen Muharebesi (Meriç)
  • 1370'ler  Germiyan ve Hamidoğullan beyliklerinin Osmanlılarca fethi
  • 1380'ler  Teke'nin Osmanlılarca fethi
  • 1385  Niş'in Osmanlıların eline geçmesi
  • 1387  Thessalonike'nin [Selanik] Osmanlıların eline geçmesi
  • 1389  Kosova Muharebesi
  • 1389-1402  1.  Bayezid
  • 1389-1390  Aydın ve Menteşe beyliklerinin Osmanlılarca fethi
  • 1394-1402  Konstantinopolis'in Osmanlılarca kuşatılması
  • 1396  Niğbolu Muharebesi
  • 1397  Karamanoğullarının Osmanlılarca alt edilmesi
  • 1402  Ankara Muharebesi
  • 1402-1413  Osmanlılar arasında öldürücü çatışmalar dönemi
  • 1413-1421  1. Mehmed
  • 1416  Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa  İsyanı
  • 1421-1444, 1446-1451  il. Murad
  • 1422  Konstantinopolis'in Osmanlılarca kuşatılması
  • 1430  Thessalonike'nin Osmanlıların eline geçm esi
  • 1444  Varna Muharebesi
  • 1444-1446, 1451-1481  il. Mehmed
  • 1448  11.  Kosova Muharebesi
  • 1453  Konstanti nopolis'in Osmanlılarca fethi


Bizans
  • 1071-1078  VII. Mihail Dukas
  • 1078-1081  III. Nikefo ros  Botaneiates
  • 1081-1118  1. Aleksios Komnenos
  • 1118-1143  il. İoannes Komnenos
  • ıı43-1180  1. Manuel Komnenos
  • 1180-1183  il. Aleksios Komnenos
  • 1183-1185  1. Andronikos Komnenos
  • 1185-1195, 1203-1204  11.  İsakios Angelos
  • 1195-1203  III.  Aleksios Angelos
  • 1203-1204  il. İsak ios Angelos ve iV. Aleksios Angelos
  • 1204  V. Aleksios Dukas Konstantinopolis'in iV. Haçlı Seferi kuvvetlerince ele geçirilmesi
  • 1204-1261 Konstantinopolis Latin Krallığı
  • 1204-1461 Trebizond [Trabzon] Latin Krallığı
  • 1204-1222 I. Theodoros Laskaris
  • 1222-1254 III. İoannes Dukas Vatatzes
  • 1254-1258 II. Theodoros Laskaris
  • 1258-1259 IV. İoannes Laskaris
  • 1259-1282 VIII. Mihail Paleologos
  • 1282-1328 II. Andronikos Paleologos
  • 1328-1341 III. Andronikos Paleologos
  • 1341-1391 V. İoannes Paleologos
  • 1341-1347 Bizans'ta iç savaş
  • 1347-1354 VI. İoannes Kantakuzenos
  • 1373-1376 II. Manuel Paleologos
  • 1376-1379 IV. Andronikos Paleologos
  • 1391-1425 II. Manuel Paleologos
  • 1425-1448 VIII. İoannes Paleologos
  • 1448-1453 XI. Konstantinos Paleologos 

Ankara Antlaşması

Ankara Antlaşması, TBMM ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 Türk- Fransız Cephesindeki faaliyetleri durdurmak için imzalanmıştır. Asıl politik kararları Lozan Anlaşması'na bırakarak, TBMM yönetimindeki bölgenin güney sınırının taslak olarak belirlenmesi konusunda iki tarafta mütabakata varmıştır. 

 İngiltere, İtalya ve Yunanistan ile menfaatleri çakışan Fransa, Sevr Antlaşması'ndan üç ay önce TBMM ile ilişkilere başlayarak geçici mütareke yapmıştır. Fransızlarla Ankara Antlaşması'nın imzalanmasıyla birlikte yeni TBMM'nin mevcudiyetini kabul etmiş olmakla beraber bu ilişki daha ileriye gidememiştir.

Sakarya Savaşının kazanılması ve Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması'nın imzalanması, Türk - Fransız ilişkilerini de olumlu yönde etkilemiştir. Bu olay Fransa ile TBMM ile arasında imzalanacak Ankara Antlaşması'nın zeminini hazırladı. Fransız eski bakanlarından Henry Franklin Bouillon Ankara'ya gelerek Mustafa Kemal, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile görüşmelerde bulundu. 

Fransa daha geniş bir ayrıcalık hayali ile görüşmelere gelmişti. Fakat umduğunun altında bulunca bir süre antlaşmayı askıya aldı. Çünki bu sırada Yunanistan bir taarruza hazırlanıyordu. Sakarya Meydan Muharebesi ile Yunanlılar denize dökülünce Fransa antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Özellikle yeni Türk Devleti ve Misak-ı Milli sınırlarının üzerinde duruldu. 

Bu görüşmelerde ortak noktaya varılarak Ankara Antlaşması imzalandı.

Ankara Antlaşması'nın en önemli özelliği Fransa'nın TBMM Hükumetini resmi olarak tanıması ve İtilaf Devletleri Cephesinin bozulmuş olmasıydı. Bu antlaşma ile Türk milli egemenliğinin haklılığı bir itilaf devleti tarafından tanınmış oldu.

Ankara Antlaşması'nın Maddeleri

Her iki tarafta bu anlaşmanın imzalanmasını müteakiben aralarındaki harbin bittiğini kabul ederler.


Ankara Antlaşması

  • Ordular ve ahali durumdan haberdar edilecektir.
  • Her iki taraf karşı tarafın esirlerini serbest bırakacak, esirlere yol paraları verilerek en yakın şehirlere bırakılacaktır.
  • Antlaşmanın imzasından en fazla iki ay sonra 8. maddedeki sınırın kuzeyine Türk askerleri, güneyine ise Fransız askerleri çekilecektir.
  • Hatay için özel bir idare usulü tesis edilecektir. Türk dili orada resmi dil olacaktır.
  • Osmanlı sülalesinin kurucusu olan Osman Gazi'nin dedesi olan Süleyman Şah türbesi Türk malı sayılacak ve Türk Devleti asker bulundurarak türbeyi koruyabilecek.
  • Ankara Antlaşması sonucu her iki taraf, boşaltılan arazide genel af ilan edecektir.
  • Seçilecek bir karma komisyon ile Suriye ve Türk Devleti arasındaki gümrük ilişkilerini düzenleyecek, bu komisyon kurulana kadar iki tarafta hareketinde serbest kalacaktır.
  • İskenderun Körfezi'nde Payas'tan başlayarak Kilis- Çobanbeyli istasyonuna gidecek demiryolu Türkiye'de kalmak üzere Çobanbeyli'den Nusaybin'e varacaktır. Payas ile Çobanbeyli istasyonları Suriye'de kalacaktır.
  • Türk Hükumeti ile Suriye Kırık suyundan ortaklaşa faydalanacaktır. Suriye Hükumeti, msraflarını kendisi karşılamak üzere Fırat nehrinin Türk Hükumeti kısmından su alabilecektir.

Ankara Antlaşması'nın Önemi
  • Ankara Antlaşması ile güney cephesi kapanmış oldu. Böylece TBMM Hükumeti tüm ağırlığını diğer cephelere verebilecekti.
  • Hatay'ın kaybı ile Misak-ı Milli'den ilk defa taviz verilmiş oldu.
  • Ankara Antlaşması ile Suriye sınırı güvenlik altına alınmış oldu.
  • Güney illerimizdeki Ermeni meselesi'de çözülmüş oldu.
  • İlk defa bir İtilaf Devleti Misak-ı Milli'yi kabul etmiş oldu.
  • İtilaf Devletleri arasında dağılmanın başlangıcı oldu.

Kırım Türklerinin Etnik Kökeni ve Tarihçesi

KIRIM Tatarlarının etnik kökeni; tarih boyunca Kırım ve civarında yerleşen çeşitli Türk kavimlerine dayanır.

Kırım’a ilk gelen Türk kavmi, Hunlardır. Köktürkler, Onogurlar Kuturgurlar ile M.S. VII. yüzyılda Hazar Türkleri, X. Yüzyıl başlarında ise Peçenekler , Kırıma yerleşen diğerTürk kavimleridir.

Kıpçaklar, X.yüzyılın sonlarında Peçenekleri mağlup ederek Kırım'ı ele geçirmişler ve, iki yüzyılı aşkın bir süre Kırım'a hakim olmuşlardır. Kırım’ın etnik ve kültürel yapısının oluşumunda en güçlü etki Kıpçak Türklerine aittir. Kıpçakların engin kültür mirasının derin izleri bugün dahi bütün canlılığı ile Kırım Türklerince yaşatılmaktadır. Kırım Türklerinin kullandığı dil de Kıpçak Türkçesidir.

Kırım'daki Kıpçak hakimiyeti İslamiyet'in Kırım’da yayıldığı bir dönem olmuştur ve XI. Yüzyılın sonlarına doğru Türklerin çoğunluğu İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Asya'nın büyük bir kısmına hakim olan Moğol İmparatorluğu (Cengiz Han Orduları), XIII. Yüzyıl ilk çeyreğinde, Kıpçakları yenerek yarımadaya hakim olmuşlardır. Cengiz Han İmparatorluğunun parçalanması üzerine, Kırım, Altın Ordu imparatorluğu hakimiyetine girmiştir.

Altın Ordu¹ Hakimiyeti Kırım’ın etnik, dini ve siyasi geleceğini kesin olarak belirlemiş ve Kırım’ın tamamen Türkleşmesini sağlamıştır.

TATAR ADININ KULLANIMI

Kırım Kazan ve İdil boylarındaki ahali , tamamiyle Türk olduğu halde, kökleriyle bağının kopartılması amacıyla bilhassa Ruslar tarafından kendilerine "Tatar" adı verilmiştir. Aslında Tatar adı, gerek Anadoluda gerekse Rusya ve İslam dünyasında Moğolların hakim oldukları saha ahalisi için kullanılmıştır.

(Örneğin Mevlânâ, Divan-ı Kebir de Anadoluyu tehdit eden Moğollardan Tatar olarak bahsederek bir gazelinde şu ifadeleri kullanır:
"Sen Tatardan korkuyorsun;
Çünkü Tanrıyı tanımıyorsun.
Oysa ki ben Tatarlardan iki yüz iman bayrağı yükselteceğim."
)


Mamafih “Tatar” adı uzun süre bu Türk boylarınca benimsenmemiş, ancak Rus siyasi baskısı altında kabul ettirilmiş ve zaman içerisinde Rusların dışındaki diğer yabancı toplulukların ve Türklerin de kullanması sonucu yavaş yavaş kabul görmüştür.

İnsanlığın Varoluşu ve İlk İnsanlar

İnsanlığın Varoluşu ve İlk İnsanlar. İnsanoğlunun ortaya çıkışı ve ilk insan toplulukları ile ilgili araştırma notları.

İnsanlığın varoluşu hakkında muhtelif tez ve teoriler sunulmaktadır. Evrim teorisi, tüm canlıların suda oluşan bir bakteri hücresinden, insanlığında bu hücrenin evrim süreci içerisindeki gelişiminden türediğini tez olarak sunmaktadır. İslam dini ise insanlığın Adem ve Havva’nın yaradılışıyla türediğini tebliğ etmektedir. Buna mukabil Kur-an’ı  Kerim’de Mü’minun suresi 12-14. Ayetlerinde “Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık” ifadesi mevcuttur. Kimi din alimleri bu ayetin evrim teorisiyle uyuştuğunu ifade etse de bu konudaki  görüş şahsa münhasırdır.


Elbette biz insanlığın varoluşu konusunda görüşü kişilere bırakacağız. İnsanlığın varoluşuyla birlikte başlayan Tarih sürecini inceleyerek , insanoğlunun etnik geçmişlerini özetleyeceğiz.

İlk Canlının Ortaya Çıkışı (3.7 Milyar Yıl)

Günümüzün gelişmiş teknikleri ve bu tekniklere dayalı teorilerle ortaya sunulan teze göre 15 Milyar yıl önce meydana gelen büyük patlamayla (Bing Bang) evren oluşmuş, 5 Milyar yıl önce dünya kütlesi meydana gelmiş, 3.7 Milyar yıl öncede Dünya üzerindeki ilk protein ortaya çıkarak ilk canlı hücresi oluşmuştur. En azından günümüz imkanlarıyla ulaşılabilen en kabul edilebilir bulgu bu doğrultudadır.

İlerleyen yüzbinlerce yılda, dünyanın ısı ve su dengesinin ortaya çıkarttığı müsait tabiatla ilk canlılar vücut bularak dünyanın ilk sakinleri haline geldiler. 1800’lü yıllardan itibaren yapılan çalışmalarla gün yüzüne çıkartılan Paleontolojik (Fosil bilimi) araştırmalar, milyonlarca yıl önce varolan canlılara ait önemli bilgilere ulaşabildiler. Ve anladık ki bizden milyonlarca yıl önce büyük kütleli, devasa etobur ve otobur canlılar dünyanın bizden önceki ev sahipleriydi.

Günümüzden 3.7 Milyar yıl önce ortaya çıkan canlılık ve yine zaman içerisinde ortaya çıkan canlı türleri 2.500.000 yıl önce meydana gelen büyük buzul çağıyla önemli ölçüde azaldı ve kimi türler tamamen yok oldu. Bu buzul çağı, milyonlarca yıl devam ederek yeryüzündeki canlıların varlıklarının gelişiminde ve çeşitliliğinde önemli ölçüde engelleyici rol oynadı. Hem canlı türlerinin çok kısıtlı olduğu, hem de soğuk hava koşullarının ipuçları bırakılmasına imkan vermediği bu süre zarfına ait bilgilerimiz oldukça kısıtlı.

2.500.000 yıl önce başlayan Büyük Buzul Çağı ile soğuyan yerküre, ancak 200.000 bin yıl kadar önce ısınmaya başlayarak canlı türlerine daha geniş yaşam imkanları sağlamaya başladı. Bu süreye kadar kısıtlı şartlarda yaşamlarını sürdürmeye çalışan canlı türleri ancak 200.000’li yıllardan sonra çoğalmaya ve yayılmaya başlayabildiler.

Buzul çağının tamamen son bulması ve yer kürenin buzul çağının etkisinden tamamen çıkması ancak 10.000 li yıllarda mümkün olmuştur.

İlk İnsanın Ortaya Çıkışı (M.ö. 200.000 li yıllar)


İlk insanın ortaya çıkışı. Açıkçası günümüz için halen bir bilinmeyen ve gizemli bir olgu.  Evrenin varoluşunu, yerküre üzerindeki ilk canlının ortaya çıkışını, milyonlarca yıl önce yaşanmış buzul çağlarını ve canlı türlerini keşfedebilen bilim dünyası henüz İnsanlığın Varoluşu ile ilgili bilinmeyeni tam anlamıyla çözebilmiş değil.

Bilinmeyenlerle dolu bu gizemli varoluş süreci ancak kısıtlı teorilerle açıklanabiliyor. Üstelik sunulan teoriler temel dayanaklarında bile birbirleriyle çatışıyor. İnsanlığın ortaya çıkışı ile ilgili bilinmeyene yolculuğumuzda, bilim dünyasının ortaya çıkarttığı tezleri incelemek ve mantıklı olana itibar etmekle yetineceğiz.

Bilim dünyası, insanlığın kökeni Cromagnon (Kro Magnum) ve Neandertaller dir der. Tam olarak insan olmayan bu tür, insanın atası ve evrim teorisindeki insanla maymun arası bir geçiş evresi olarak değerlendiriliyor. Varoluşları 500 Bin yıl öncesine dayandırılan bu türler, tam olarak insan sayılmamakla birlikte hayvan olarak da nitelendirilmiyor. Konuşmayan, yazmayan, bunun yanında aklıyla hareket eden bu türler, zaman içerisinde insana dönüşerek yeryüzüne dağılmış olduğu ve buzul çağının ortadan kalkmasıyla evrimini tamamladığı kabul edilir.

Evrim teorisinin sunduğu bu teze göre modern insanın atası olan Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin yılları arasında varolmuş, 200 Bin’li yıllardan sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır. Halen pek çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun yanında hem tezi destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üzerinde münakaşaya devam ediliyor.

Özetleyecek olursak Bilim dünyası bu konuda kararsız. En azından tartışmasız bir karara varabilmiş değil. Peki kutsal kitaplardan edinebileceğimiz bilgiler nelerdir? Bu noktada Bilim ile Din’i çatıştırma yada kıyaslama yapmayacağız. Hem Bilimden hem de Din’i ilimden elde edeceğimiz bulgularla mantık yürüteceğiz.
Kutsal kitaplar, özellikle de Kur-an’ı Kerim, şüphesiz hem dünya hem insan ile ilgili pek çok bilgi ve bulgu sunuyor. 

Bilimin, bilginin ve tarih bilincinin çok kısıtlı olduğu bu dönemlerde, Kur-an’ı Kerim’in hem dünyanın hem dünya üzerinde yaşayan canlılar hakkında pek çok bilimsel bulgu sunuyor olması hepimiz için şaşırtıcı ve ibret verici kabul edilir. Atmosferin katmanlarını, hücrenin yapısını, evrenin tasarımını ve henüz yakın zamanlarda ulaşabildiğimiz bilimsel verilere, günümüzden 1400 yıl önce “Anlayabileceğimiz bir dille” bize sunulmuş olması, insanlığın varoluşu ile ilgili ipuçlarını araştırırken de faydalı olabilecek bilgilere sahip olabileceğini düşündürüyor.

Kur-an ve tahrife uğramış olsa bile İncil ve Tevrat,bize  insanlığın varoluşu hakkında belli noktalarda net bilgiler veriyor. Kur-an, insanın bir “çamurdan bir hülasadan” yaratıldığını ifade ediyor. Bu ifade de hülasa, cümle içindeki anlamı itibariyle süzülmüş, özetlenmiş, kaynak olarak kullanılmış gibi anlamlarla ifade ediliyor. Tefsirlerden yorumlayabildiğimiz kadarıyla İnsanoğlunun, bir çamurun içerisindeki ilahi bir kıvılcımla ortaya çıktığı anlaşılıyor. 

Evrim teorisinin bu konu hakkındaki tezi, canlı türlerini oluşturan ilk hücrenin su ile toprağın birleştiği bir noktada oluşan bir hücreden meydana geldiğini, bu hücrenin denizde canlı türlerinin oluşumunu sağladığını, sonrasında canlıların sudan çıkarak diğer türleri oluşturduğunu savunur. Bu bakış açısı kimi din adamlarının Evrim teorisi ile Kuran’ın örtüştüğünü, aynı oluşumu anlattığını savunur. Nitekim, Kur-an, maddi ve şekil olarak bir tarifte bulunmadığından, belirtilen bu ipucunun şekil olarak anlaşılması pek mümkün olmamaktadır. 

Zira din kitaplarına biyoloji yada benzeri bir konsantre bilim kitabı olarak bakmak yanlış olacaktır. Elbette Kur-an bize anlayabileceğimiz nispette bir özet bilgi veriyor. Biz bu bilgiyi ipucu olarak kullanıp merakımızı gidermeye çalışacağız.

Hem bilimin, hem Kur-an’ın bize sunduğu ipuçlarıyla elde ettiğimiz bulgu, çok net olmamakla birlikte kaynak olarak kullanabileceğimiz bir ortak sonuç ortaya koyuyor. İlk insanın tek bir noktada oluştuğu, bu insanın çoğalarak diğer insan topluluklarına temel teşkil ettiği kabul edilebilir bir gerçek. Paleontolojik çalışmalarda elde edilen ilk insanlara ait bilgiler, günümüzden 100 Bin yıl öncesine ait. Yani ulaşabildiğimiz en eski insan toplulukları bizden 100 Bin yıl önce yaşamıştır diyebiliriz.

İlk insanın ortaya çıktığı bölge halen tartışma konusu. Bu konuda bilim çevreleri, yine elde edilen paleontolojik çalışmalarla insana ait en eski buluntuların Güney Afrika’da olduğunu belirtiyor. Diğer bölgelerde var olduklarına ait fosil bulguları bulunmamış olsa da Güney Afrika’ya sonradan göç etmiş olduklarını kabul etsek bile, buzul çağının etkisi altında bulunan kuzey bölgelerinde yaşam şartlarının zorluğu, diğer insanların yok olmuş olabileceğine yada sayılarının azlığı nedeniyle varlıklarının insanoğlunun göç hareketleriyle oluşan popülasyona bir katkı sağlamadığı görüşü daha ağır basıyor. 

Bu noktada karşımıza iki olasılık çıkıyor. İnsanoğlu ya Asya’da ortaya çıktı, bir bölümü Afrika’ya göç etti ve buradan Dünya’ya yayıldı ya da zaten Afrika’da ortaya çıkmıştı.

Sonuca varacak olursak, insanoğlu günümüzden 100 Bin yıl önce ortaya çıkarak Afrika’dan Kızıldeniz’i geçerek Arap yarımadasına, oradan da tüm dünyaya yayıldılar. Buzul çağının halen devam ettiği bu dönemde sayılarının birkaçbin’i geçmediği düşünülen ilk insanlar, yaşam imkanlarının daha geniş olduğu bölgelere göç etmiş, sayıca çoğalarak toplumları, milletleri ve kültürleri ortaya çıkartmışlardır.

Paleotik Çağ (M.Ö. 100.000 / M.Ö. 10.000)

İnsanoğlunun dünyayı mesken edindiği, farklı coğrafyalara yayıldığı ve Dünya toplumlarının temel unsurlarını oluşturduğu Paleotik dönem, yazılı kayıtların olmayışı ve sert iklim koşullarının ortaya çıkarttığı zorluklar nedeniyle yeteri kadar aydınlatılamıyor. Bu nedenden ötürü Tarihçiler bu döneme karanlık ve kayıtsız tarih adını veriliyor. On binlerce yıldan oluşan bu tarih dilimi, insanlığın temellerinin atıldığı bir dönem olmasının yanında en bilinmeyenli dönem unvanını da fazlasıyla hak ediyor.

İki buçuk milyon yıl önce başlayıp, 600 bin yıl önce zirve noktasına ulaşan buzul çağı, 100 Bin yıl önce ısınmaya başlamış ve nihayetinde 10 Bin yıl önce tamamen sona ermişti. Sert iklim değişiklikleri nedeniyle insanoğlunun yayılıp çoğalmasına engel olan buzullarla dolu kuzey coğrafyası, insanoğluyla birlikte diğer canlılarında çoğunu Afrika steplerine hapsetmişti. Doğa koşullarıyla birlikte vahşi ve yırtıcı hayvanlarla da mücadele etmek zorunda olan insanoğlu, zorlu yaşam mücadelesini sürdürdüğü coğrafyada uzun süredir varlığını sürdürmekteydi.

Paleotik çağı yaşayan ilk insanlar gırtlak sesleriyle konuşarak anlaşabiliyordu. Birbirleriyle iletişim kurabilen, plan yapabilen, küçük topluluklar halinde hareket edebilen bu insanlar henüz sayıları çok azken kabile düzeni sayılamayacak küçük topluluklar halinde mağara ve doğal zorluklardan korunaklı bölgelerde bir arada yaşamaktaydılar. Sayıları ancak binlerle ifade edilen bu topluluk, zaman içerisinde doğal imkanlardan daha fazla faydalanmak amacıyla kuzey bölgelerine doğru hareket etmeye başladılar. İlk insanlar ilk kez ayrılıyor ve bölünüyordu. Zira aynı coğrafyada sıkışarak yaşamak, kısıtlı doğal imkanları paylaşmakta zorluklara neden oluyordu.

Biyolojik olarak tam anlamıyla birbirlerine benzeyen bu topluluk, ilerleyen zaman dilimlerinde küçük hareketlerle kuzey bölgelerine doğru ilerlemeye başladılar. Bu ilerleme yaklaşık olarak 30 bin yıl kadar devam etti. Halen kuzey bölgeleri ağır buzul ikliminden tamamen kurtulabilmiş değildi. Bunun yanında Güney Afrika ılıman ve yağmurlu iklimine sahipti. Kuzeye doğru gerçekleşen bu ilk göç hareketi 70 Binli yıllara kadar sürdü. 

Kuzey bölgeleri buzul çağının etkisinde, güney bölgeleri ise ılıman ve yağmurlu iklime sahipti ancak Afrikanın kuzey bölgesi Çöl halindeydi. Ağır karasal iklim, bu topluluğun kuzeye doğru göçünü imkansız hale getirmişti. Göç hareketinin, denize paralel olarak Afrikanın doğusundan yukarı doğru ilerleyişi Kızıl Deniz sahillerinde son buldu. Kavurucu çöl sıcaklarıyla baş edemeyecek olan bu ilk ilkel insanlar, kendilerine çıkış yolu olarak Arap yarım adasını buldular. Arap yarım adası ile Afrika kıtaları arasındaki en yakın nokta, bugün Cibuti olarak anılan Afrika ülkesi ile Yemen arasında bulunan, Aden körfezi ile Kızıl Denizi ayıran darboğaz alandır. 

Bu alan, günümüzde yaklaşık olarak 30 Km. civarında bir mesafede bulunur. 70 Bin yıl önce halen devam eden buzul çağının etkisiyle suların daha sığ olduğunu düşünecek olursak, tahminlere göre bu mesafe birkaç kilometre kadardı ve çok daha sığdı. İlk Afrikalı insanlar, bu sığ deniz geçidinden geçerek, Kızıl Deniz’i aşıp yeni bir Kıtaya ayak basmış oldular. Paleotik Çağ’daki dönüm noktası olan bu göç hareketi, Afrikalı ilk insanların Dünyaya yayılmasında kilometre taşı kabul edilir.

İnsanoğlu için yeni bir dönem başladı. 70 Bin yıl önce gerçekleşen bu göç hareketi ile ilk insanların bir bölümü Afrika’da kalmış, göç hareketine girişen diğer bölümü Arap yarım adasına ayak basmıştır. Yapılan araştırmalar, Afrika’nın kuzeyinde olduğu gibi Arap yarım adasının güneyinde de ağır çöl ikliminin bulunduğunu ortaya koyuyor. 

Arap Yarım adası, bugün olduğu gibi bundan 70 Bin yıl önce de Çöl iklimine sahipti. Bu konu üzerinde uzun süre çalışmalar yapan Paleontologlar, tutarlı bir dayanak bulunamayan bu tezden vazgeçmeyi bile düşündüler. Ancak yakın zamanda yapılan araştırmalar çok ilginç sonuçlar ortaya çıkarttı. Göç hareketinin gerçekleştiği bölgede yapılan kazı çalışmaları, bu bölgelerde küçük tatlı su kaynakları olduğunu ortaya çıkarttı. Üstelik bu bölgelerden göç eden topluluklara ait kalıntılara da ulaştılar. Böylelikle ilk insanların Afrikadan Arap yarımadasına çıktığı kesin olarak tespit edilmiş oldu.

Arap yarım adasının güneyinden, bugünkü yemen sahillerinden devam eden göç hareketi, kuzeydeki çöl iklimine rağmen sahil boyunca seyrekte olsa bulunabilen tatlı su kaynakları ile mümkün olabildi. Yemen sahilleri boyunca ilerleyen topluluklar, ağır çöl ikliminin hakim olduğu coğrafyada tam anlamıyla bir vaha ile karşılaştılar. Bugün Dahar Vadisi olarak anılan bölge, bundan 70 Bin yıl önce, Arap denizindeki hava akımları sonucu oluşan küçük çaplı bir iklimin etkisindeydi. 

Etrafı çöllerle kaplı olan bu bölge, muson rüzgarlarının ortaya çıkarttığı küçük çaplı iklimin etkisiyle bolca yağmur alıyordu. Etrafı çöl iklimiyle çevrili olan vadi, aldığı yağmurların etkisiyle geniş bitki ve hayvan çeşitliliği ile yaşam için fevkalade ideal bir bölge oluşturmuştu. İlk insanlar, daha önce karşılaşmadıkları bu fevkalade çeşitlilikteki bölgeye yerleşerek ve doğal kaynakların sağladığı imkanlarla bu bölgeyi uzun süre mesken tutarak hızla çoğaldılar. Öyleki bulundukları bölgeyi dolduran insanlar, zaman içerisinde göç etme ihtiyacı hissederek arap yarım adasının sahillerinden doğuya doğru yeni göç hareketleri başlattılar.

İlk insanın dünyaya yayılışını bu noktaya kadar adım adım takip edebildik. Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları önce kuzeye, sonra Arap yarım adasına çıktılar, Yemen sahilleri boyunca ilerleyerek Dahar Vadisine ulaştılar. Yaşanabilir tabiatın etkisiyle hızla çoğalarak sayıları artan bu insan toplulukları için artık belirli bir güzergah olmayacaktır. 

Arap yarım adasının güneyinden sahil boyunca devam eden göç hareketiyle önce Asya’ya, sonra dünyanın pek çok farklı bölgesine dağınık şekilde göç hareketleri başlatan ilk insanlar, hızla çoğalmaya ve yayılmaya başladılar. Böylece Yerküre, İnsanoğlu ile tanıştı.
Farklı coğrafyaların, farklı iklim koşullarının, farklı güneş ışın açılarının, topraktaki farklı radyoaktivitelerin tesiriyle genetik olarak farklılaşan İnsan toplulukları, dağıldıkları coğrafyalarda kendilerine has genetik ve fiziki görünümlere ayrılmış ve insanlığın temelini teşkil eden ilk etnik unsurları ortaya çıkartmış oldular. İlk dönemlerinde gırtlak sesleriyle anlaşan insanlar, çoğalarak iletişim kurmaya başlamış, gırtlak seslerinden dil ve dudak seslerine geçerek dilleri oluşturdular. 

Bu lisanlar topluluklar arasındaki mesafelerin etkisiyle ayrı ayrı geliştiği için ayrı ayrı diller meydana gelmiş oldu. Dilleri ayrılan insanlar, haliyle iletişim güçlükleri sebebiyle ayrışarak etnik unsurlar haline geldiler. Sayıları hızla artan insanoğlu, uzun süre bir arada yaşayarak kendi yaşayış tarzlarını ve kendi kültürlerini oluşturdular.